PETERSBURG

0000000197947-1

Nerden anlatmaya başlamalıyım böyle bir kitaba cidden bilmiyorum. Yaklaşık 4 ayımı alan, sayfa 300’lerde “Ne okudum ben ya!” diyip en başa dönüp beni yıldırma eşiğine getirmesinden mi başlamalıyım? En iyisi aklımı başımdan alan Beliy’den başlamak bu durumda en doğrusu olacak.

Bir Anlatım Ustası

Nabokov, Beliy için 20 yüzyılın en büyük ve en önemli ilk dört yazarından biri dediğinde acaba mübalağa ediyor olabilir mi diye düşünmedim desem sanırım yalan söylemiş olurum. Beliy’in büyüklüğü ve önemi nerden geliyor sorusu kitabın içinde saklı. Şöyle ki, çok az yazar betimlenen durumu; tasvirin somutluğu- soyutluluğu fark etmeksizin; okurun zihninde büsbütün var edebilir. Renkleri belli bir skalaya kadar anlatabilir. Sesleri belli bir deneyime kadar sunabilir. Beliy’in anlatımında bu üçüde var. Tüm renkleri görüyor, tüm sesleri işitiyor, en saçma diyalogların içinde yer alıyor ve Beliy’le birlikte ilerliyorsunuz. Kendisinin, sembolist bir şair olması bu anlatımın sınırlarını daha da sınırsız hale getiriyor ki, belli bir anlatım sonrası bu sembolik akışa kendinizi tamamen teslim ediyorsunuz. Fakat şunu belirtmeliyim ki, Beliy kolay bir yazar değil. Okuru, okuma süreçinde sürekli ayık tutmaya zorlayan, sözel matematiği kavramaya mecbur bırakan bir yazar. Keza sonuç ortada: Dön len başa diyebiliyor!

Konu-İçerik: Petersburg

Kitap 1905 savaş döneminde, yaşamın en sıkıntılı, tekinsiz olduğu, paranoyak Rusyası’nın Politik, sosyo-ekonomik, jeopolitik, tüm Rus tarihine selamlar çakan, ortodoks mistisizmine ait fantastik öğeleri barındıran, ana karakteri Petersburg’un kendisi olan; fakat Senator Apollo Apollovich ve oğlu Nikolay’ın ekseninde geçiyor. Son derece çok katmanlı, hiciv, yergi, absurd ve kara mizah öğeleri müthiş bir felsefe içinde oluşturulmuş bir kitap.

Beliy VS Joyce

Bu duruma değinmeden edemeyeceğim. Bely’in sıklıkla Ulysses ve Joyce’a benzetilmesi okumaya başlamadan önce beni son derece kasan okuyup ilerleme sürecinde ise çok rahatsız eden ve az da olsa sinirlendiren bir durum oldu. Beliy’in Joyce’dan tamamen farklı düşünen, spirituel olarak da ve mizah algısı olarak bambaşka yerde duran bir yazar. Konu açısından, bazı karakterler açısından benzerlikler içerse de, Beliy Petersburg’u okurun zihninde haritasını çıkarmak kalmıyor, anlatımsal olarak Joyce kadar küstah olmayan bence son derece ekstra romantik bir tez-antitez anlatısı ortaya çıkıyor.

Sonuç

Petersburg, benim bu son dönem okuduğum en etkiliyeci kitaplardan biri oldu. Beliy, Petersburg’u oluştururken bu kitabın müzikal olması için çok uğraştığını söylemiş. Cidden okurken kitapta çağdaş anlamda hem şehrin müziğini, hem bomba hem de zamanın müziğini fazlasıyla hissettiğim bir kitap oldu.

Okurken ingilizcesinde bulunan ve dağılma sürecindeyken 2 edisyona göz atma fırsatım oldu. Everest ve Sabri Gürsoy çok başarılı bir iş çıkarmışlar. Bu arada son olarak şunu eklemek iyi olacak. Petersburg’u okumaya başlamadan önce Rus Sembolizmine biraz göz atmanızı ve de Beliy’in diğer kitabı olan Kazım Taşkent Klasiklerinden çıkan “Senfoniler”i göz atmanın okuma deneyimini başarılı kılmak açısından etkili olabileceğini düşünüyorum.

Denemek isteyenlere keyifle okumalar

10/10

BEN

BEN_KKK

Bir Künstlerroman

Ben, bildungsroman türünün bir türü olan künstlerroman. Kafkaesk,aşırı freudyen, klostrofobik okunması zor olduğu kadar yorumlanması da son derece derece meşakkatli. En temelinde soğuk savaş sonrası, 1980’li yıllarda Stasi ajanlarının halk üstünde yaydığı korkuyu anlatan ve bu anlatıyı Baudrillard’ın Simulasyon Kuramı üstünden kurguluyan bir kitap.

Kitap üç bölümden oluşuyor ve açıkcası bir 280 sayfa neyin anlatıldığını anlamaya çalışıyorsunuz. Kitabın kısaca konusu Charter, W, C adlarında olan yazar olmayı hayali kuran, fakat dönemin koşullarından dolayı Stasi ajanı olarak Firma adı verilen yerde çalışmasını konu alıyor diyebilirim.

Başarılı olan 3 kısım:

Birincisi, dönemsel paranoyayı, korkuyu, Doğu Almanya ve Batı Almanya halkının Hitler sonrası umutsuzluğunu, halkın tarihiyle hesaplaşmasını çok iyi veriyor.

İkincisi, felsefe alt metinleri doğal olarak, sistem eleştirisini, politik yapılanmalar içinde Baudrillard gönderimi üstünden devam ettirmesi bu anlatım esnasında Beckett’e son derece zekice gönderimlerde bulunması. Akabinde, soğuk savaş öncesinde Thomas Mann, Brecht gibi yazarlara atıflar yaparak, II. Dünya Savaşı Alman halkının çaresizliğini çift yönden gösterebilmesi.

Sonuncusu ise, Baudrillard Simulasyon kuramın üstünden oluşturduğu karakterin, gerçeklik algısını dualist bakış bakış açısıyla parçalara ayırabilmesi.

Sonuç:

Ben, uzun zamandır listemde beklentiğim bir kitaptı. Özellikle, Simulasyon Kuramının edebiyatta nasıl işlendiğini okumanın heyecanıyla almıştım. Fakat, yazar görgüsüzce bu durumu okurun gözüne sokması, bunun yanında kitabın finalini herhangi 3. sınıf bir edebiyat okur gibi bitirmesi bu heyecanı darmadağın etti. Altını çizdiğim çok yerler oldu, fakat bu daha çok bana bir düşünsel edebiyat ya da bu türler içine girebilecek bir deneyim vermedi, aksini diktalar halinde yazarın duyguların aforizmaların genişletilmesi halini okuyor hissi yaşattı.

Fakat, Hilbig, “Ben” in içinde, gerçek kimliğin parçalanmasına ve nihai çözülmesinin, sahte devletin ve devletciliğin de çöküşünü ve Charter’de bu benlik yıkımını çok başarılı bir şekilde anlatıyor.

İlgi duyanlara!İyi okumalar
5/3

 

ÇERNOBİL DUASI-GELECEĞİN TARİHİ

Ne yazacağımı bilmiyorum. Bu kitabın 10 üzerinde 10 mu yoksa 5 üzerinde 2,5 mu olduğuna mı, okumak için öneririp önermeyeceğimi mi? ? Açıkcası ne diyeceğimi bilmiyorum.
İnsanların sistemler içinde (bir neslin) yok oluş trajedesini ben nasıl yorumlayabilirim ki? Bu insanların korkuları ve hayallerinin kayboluşunu mu;  toprağın toprağa gömülmesini mi, yoksa doğanın bu süreçte nasıl hala çok güzel olup zehirli bir yaşam saçtığı mı? Ne söyleyebilirim ki?!

Çernobil Duası-Geleceğin Tarihi, bize Çernobil Sonrası yaşamı polifonik olarak canlı tanıklardan, bilimadamlarından, çocuklardan, siyasetcilerden oluşan korolarla birlikte birden fazla anlatıma maruz bırakıyor. Evet bazen aynı şeyler çok fazla tekrarlanıyor, enerjiniz çekiliyor ama aynı zamanda nefes aldığınız anları, etrafınızda sevdiğiniz her şeyi kendiniz dahil şükran duymanızı sağlıyor. Bir devrin kapanmasının canlı metaforu Çernofil Duası.

Burada çok arkadaşım öldü…Yulya, Katya, Vadim. Oksana, Oleg..Şimdi de Andret.. ‘Biz öleceğiz ve bilimsel vaka olacağız’ derdi Andrey. ‘Biz öleceğiz ve bizi unutucaklar diye’ düşünürdü Katya.’Ben ölünce, sakın beni mezarlığa gömmeyini mezarlıklardan korkuyorum ben, orada sadece ölüler ve kargalar oluyıor….Artık başımı kaldırıp bakınca, gökyüzü capcanlı geliyor bana..Arkadaşlarımın heps,i orda”.sf:439, Çocuklar Korosu

…..İnsanlar gittikten sonra o ölü bölgede geriye ne kaldı? Eski kabristanlar ve biyo-mezarlık olarak adlandırılan hayvan mezarları. İnsan sadece kendisini kurtardı, kendi dışındakı tüm canlılara ihanet etti.Köyler boşaltılır boşaltılmaz gruplar halinde bölgeye gelen silahlı asker ve avcılar hayvanları vurdu. Oysa o köpekler insan sesine koşuyor…Kediler de…Atlar da….

Vakti zamanında Meksika’daki yerliler ve dahi Hristiyanlık öncesi dönemdeki Slav kökenli atalarımız, yemek için öldürdükleri yabanıl hayvanlardan ve kuşlardan af dilermiş.

Eski Mısır’da hayvanların insanlardan şikayetçi olma hakkı varmış. Piramitlerde günümüze ulaşan papirüslerden birinde şöyle yazar: “Hiçbir boğa N.den şikayetci olmamıştır.”Ölüler alemine doğru yola çıkmadan evvel Mısırlılar, içindeki şu ifadelerin yer aldığı bir dua edermiş: Hiçbir canlıya zarar vermedim.Hiçbir hayvanın tahılını ya da samanını almadım,sf.55

Bu kitap ile daha ayrıntılı bir yorum yapabilmeyi çok isterdim. Belki zamanı gelince döner tekrardan yaparım. Değinmek istediğim, altını çizerek vurgulamak istediğim çok fazla şey konusu. Ama, birşeyler boğazımı sıkıyor.Çernobil Duası canlı bir dystopia örneği. Ve etkisi ne yazık ki hala nesiller ve doğa içinde devam ediyor.

Aşağıdaki linkte yer alan kısa metrajlı film Çernobil Duası’ndan etkilenerek İrlandalı Yönetmen Juanita Wilson tarafında çekilmiştir. Film aynı zamanda 2010’da Oscar’a aday olmuştur.

https://www.youtube.com/watch?v=Qn99F…

29 Nisan 2017, İstanbul

TANNER KARDEŞLER

Walser Büyüsü

Robert Walser, Antel Szerb’in Yolcu ve Ayışığı’nı bitirdikten sonra benzer temalara bakışı olan yazarları araştırdığımda karşıma çıktı. Walser’in okuru hipnoz edici anlatımı, kitap boyunca bizleri kendisine hayran bırakacak bir deneyime ve müthiş bir edebiyat keyfine davet ediyor.

İçerik: Tanner Ailesi

1907 yılında yazılan Tanner Kardeşler Walser’in yarı otobiyografik ilk romanı. Kitap 4 erkek ve 1 kızdan oluşan kardeşlerden Simon’ın İsviçre çevresinde birçok işe girip çıkması üzerinden ilerliyor. Simon, genç, ukala, amaçsız, aşırı sıkılgan, toplumsal değerlere saygı duymayan, kendisine aşırı güvenen arayış içinde olan bir karakter. Bu aşırılığı ciddi anlamda sinir bozucu olmasına rağmen, Walser’in zekası Simon’ı son derece eğlendirici bir hale getiriyor.

Sonuç:

Tanner Kardeşler, 111 yıl önce yazılmasına rağmen Simon karakteri ile hala günümüzde kendi güncelliğini koruyan toplum eleştirisini muazzam yapan bir kitap. Robert Walser’ın zekası ve oluşturduğu kahramanların dünyası okura ciddi anlamda farklı bir edebiyat deneyimi sunup, okurun algısını değiştiriyor.

İyi okumalar

10/8

Sardinya Efsaneleri

Sardinya Efsaneleri, Can Yayınları tarafından 10 kitaplık Gotik Edebiyat setinin içinde yer alan ve 1926’da yazarına Nobel kazandırmış bir kitap. Kitabın önsözünde Deledda:

“Sardinya halkının, zihni tuhaf ve sonsuz batıl itikatlarla doludur (özellikle, yabanıl dağlar ve ıs- sız tepelerde; bu yerlerin görünümü, sessiz ve ıssız çizgileri ya da yamaçlarındaki ormanların yoğun gölgesiyle, zaten gizemli ve efsanevi bir şeyleri içinde barındırır).” diye not düşer. Ve okura nelerle karşılaşabileceği konusunda bir sınır çizer.

İçerik
Kitapta 13 öykü kısa öykü yer almakta. Son öykü, bu kitabın en uzun öyküsü. Öyküler içinde sadece “Üç Kardeş” öyküsü sanırım en keyif aldığım öyküydü.

Sonuç:
Kitabı dönemsel olarak değerlendirildiğinde muhakkak şu an dönemsel okumalarla gözden kaçırılan bir şeyler söz konusudur.Kitapta dinsel temalar çok fazla ki önsözde Dellada bunun da altını çiziyor; fakat bunun yanında belirttiği temaların önsözde yazdığı yönlendirmelere karşı çok havada kaldığını düşünüyorum Gene de kafa dağıtmak istiyorsanız, halk masallarına karşı merakınız varsa bir göz atabilirsiniz.

İyi okumalar!

5/2

İTİBARLAR

Vasquez’e ilgim, şüphesiz latin edebiyatına ilgimle başlayan birçok yazarın keşfi sırasında ortaya çıktı. Türkçe basılan kitaplarını nedense günümüz latin edebiyat kapsamında bitirdiğimde okuyacak bir şey bulamam korkusunu Türkçe’ye çevrilen son kitabıyla biraz da olsa rahatlayarak sonunda ilk adımı attım. İyi ki de atmışım.Vasquez, diğer latin edebiyatçılar gibi kendi toplumunu her açıdan hiciv ve kara mizah öğelerini ustaca harmanlayarak okurlara sunan bir yazar.

İçerik:

İtibarlar, üç bölümden oluşmaktadır. Politik bir duruşa sahip, siyasi çevrelerden korkulan,isyankar ve ulusal anlamda saygısı olan Bogotalı bir karikatürist olan Javier Mallarno’nun hayatını konu alan kitap, onun ödül alma töreni süreci öncesi ile başlıyor.

İlk bölümde bu başarı sürecine nasıl geldiğini öğreniyoruz. Tören almaya giderken eski karısı Samanta Lear ile karşılaşması ile okuyucuyu bu başarılı karikatürcünün gizli dünyasına yavaşça giriş yapılıyor ve son yarısında kitap bu gizli dünya içinde meydana gelen olayları tartışıyor.

Açıkcası, ilk bölümü nefesim tutarak ve çok keyifle okudum. Vasquez, son derece eğlenceli bir anlatımla Mallarno’nun karakterini okurun zihninde çok başarılı olarak oluşturdu. Girişte Proust’a yapılan atıf ile son derece psikolojik ve ikna edici bir karakter ile karşılacağımızı düşünürken, ne yazık ki bu tez biraz havada kalacak bir şekilde bitti. Bu neden bende hayalkırıklığı oluşturdu sanırım.

Sonuç:

Her şeye rağmen, İtibarlar, Mallorno dünyasından bakarak okuru eğlenceden eğlenceye sürükleyen, hayal kırıklıkları ve başarı duygusunu çok iyi veren güzel bir kitap. Sadece keşke kitabın ilk kısmındaki dil ve biçim ve Proust atıfı tüm kitap boyunca kendisini koruyabilseydi demeden edemiyorum.

İyi okumalar dilerim.

5/3,5

YOLCU VE AYIŞIĞI

Yolcu ve Ayışığı, tarif edilmesi çok zor bir kitap. Öncelikle içerik bakımından, birçok farklı temayı içinde barındıran ve bundan 80 yıl önce yayımlanmasına rağmen (ilk basımı 1937) tartıştığı her kavram günümüzde aynen devam eden çağının üstü bir büyük eser. Kararsız, ne mutlu ne mutsuz, hiçbir türün içine sığmayacak kadar özel bir kitap. Kitabın kendi içindeki her element, birbiriyle o kadar sağlam bir şekilde birbirine geçirilmiş bir durumda yazılmış ki, hayranlık duymaktan ve saygı duymaktan öteye gidemiyorsunuz.

Kitabın genel yorumuna geçmeden önceden “Antal Szerb ve Macar Edebiyatı” konusunda genel bir bilgi vermenin yorumun algılanmasında çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü okuma sırasında ve sonrasında kendi araştırmalarım doğrultusunda bulduğum olguların, bu kitabın “bence neden çok özel bir kitap olduğunun bir nevi savı aynı zamanda da yeni okuyacaklar için önemli bir yol haritası meydana getirecek ve bunun yanında kurgusal yapının da bu genel çerçeve dahilinde daha da anlaşılır kılacaktır.”

En başta belirttiğim gibi Yolcu ve Ayışığı’nı tarifsiz kılan en büyük temellerden biri, Antal Szerb’in kendisi tahmin edebileceğimiz gibi. Szerb, ne yazık ki 43 yaşında elinde tüm imkanlar olmasına rağmen son nefesini son derece trajik bir kurban olarak nazi toplama kampında veriyor. Bu [Yahudi Soykırımı etkilerinin] bizim için Yolcu ve Ayışığı’nda yer alan ana karakterimiz olan Mihaly (mihay diye okunuyor) ve çevresindeki olan gelişimi anlamamız için en önemli anahtar olgulardan biri. (view spoiler)

Macar edebiyatı açısından baktığımızda da Batı Edebiyat tarihinde en fazla sansürlenen, cezalandırılan yazarlar Macar edebiyatında yer alıyor.*.Bu nedenle de kendi içinde asilik, karşı gelme, yıkıcı olma gibi kavramlar fazlasıyla kullanılıyor. Fakat anarşist bir bakış içinde mi? Bu ciddi anlamda tekrardan düşünülmesi gereken bir durum. Belki Albert Camus’un en çok “başkaldıran insanında” yer alan boyutunda yer olabilir. Karar size kalmış.

Kitabın Yazılış Süreci

1936 yılında Szerb, Mussolini İtalyasına, Venedik şehrine gitmek için yola çıkmaya karar veriyor. Basının, Mussolini İtalyasını insanların aşırı mutlu bir şekilde göstermesi, italya mükemmel şeyler oluyor diye atılan manşetler bu yolculuğun başlanmasının temelini oluşturuyor. Yolcu ve Ayışığı’nı yazmaya başlıyor. Yolcu ve Ayışığı, bu abartılı oluşturulan algıya karşı oluşturulan müthiş bir karşı geliş romanı

Bir Bohem Rapsodi

Mihaly ve Ersiz İtalya’ya balaylarını geçirmek için gelen, birbirilerini aslında çok tanımayan iki genç aşık. Mihaly’in İtalya’ya gelmesi sürecinde gençlik döneminden bir arkadaşıyla karşılamasıyla her şey tepetaklak oluyor. Mihaly’in kendi yaşamsal varoluşunu, hayatın, kendi burjuva yaşamında hapsolmuş ilkelerinin, kendi özgürlüğünün ve haliyle kendisine olan başkaldırının boyutlarını okuyoruz.

İtalya, kitabın merkezinde aynı zamanda Faustvari ve Antik Yunan bir manifesto olarak karşımıza çıkıyor. Szerb, son derece zekice mistik öğeler ekleyerek Mihaly’ın bu keşfediş deneyimini bazen tragedya ve komedya referansları ekleyerek okura müthiş bir edebi deneyime maruz bırakıyor. Tragedya etkisini Szerb, seçtiği diğer yan karakterlerde de çok net bir şekilde görünür kılınıyor.

Kitap 4 bölümden oluşuyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde değişen süreçleri, mekanları eş zamanlı olarak okuyoruz.

Sonuç :

Yolcu ve Ayışığı, benim çok sevdiğim ve öncesinde buna yakın bir kitap okumadığımı hissettiren bir kitap oldu. Varoluş sorunlarını, insanlığın kendi kimlik arayışını aile ve kader üçlemesinde son derece etkiliyeci bir biçimde ortaya koyduğunu düşünüyorum. Yaşam ve anın önemini, müthiş derece antik yunana ve rönesansa göndermelerle yapan harika bir kitap.

Kitap çeviri anlamında da, basım olarak da , kullanılan yazı karakteri olarak da harika. Aylak Adam cidden harika işler çıkarıyor.

Kesinlikle 1 kez okunup kenara koyabileceğim bir kitap değil. Tekrar okuyacağım yakınlarda.

Mihaly’ın kadim dostlarının dediği gibi : Foeid vinom pipafo,car carefo: “Bugün şarap içiyorum, yarın olmayabilir”

Keyifle okumalar!

10/10

“ İşte sana bir insan, olanaksızı olanaklı kılan diye düşündü kendi kendine; bu arada Waldheim çiğ jambonları tıkıştırıyor ve açıklamalar yapıyordu. İşte sana bir insan, kendisine uygun bir yaştayken donup kalmasını başaran biri. Çünkü her insanın kendisine uygun düşen tek bir yaşı vardır, bu kesin. Tüm yaşamları boyunca çocuk kalanlar vardır, bu kesin.Tüm yaşamları boyunca davranışlarında beceriksiz, çevresine uyum gösteremeyen bir türlü yerlerin bulamayan insanlar vardır ve bunlar bir anda bilge ve güzel yaşlı hanımlar ya da yaşlı beyler oluverirler: Yaşlarına geri dönmüşlerdir” sf:218


*https://theculturetrip.com/europe/hun…

Göçmenler – Dört Uzun Öykü

Edebiyat dünyasında oldukça önemli bir yere sahip Göçmenler, dört farklı hikaye anlatıcısını kendi yaşam yerlerini değiştirmeleri veya başkalarının anılarına ortak olmaları üstüne kurulu bir kitap. Bu seyir sürecini W.G.Sebald, 20.yy’ boyunca içinde alarak, belki de yazılmış en acı, en üzüntülü ve bazen de en sinir bozucu öykülerini yaratırken okurun zihninde kendi zamanını ve geçmişini sorgulatıyor.

İlk olarak 1992 yılında basılan kitap, öncelikle bir anı kitabı değil. Fakat, okur ilk başta Sebald’ın müthiş diliyle böyle olabileceği hissine kapılıyor. Sebald’ın Göçmenleri oluştururken, insanların anılarını dramatik hale getirmek anlatıcılarının ve başkalarının gizemli anılarına ilişkin soruşturmalarının kaydıdır düşüncesiyle oluşturması ve aynı zamanda günümüz dünyasında kaybedilen belleklerimiz ve kendi kişisel tarihimizi kurgulayarak okura post-modern çağ eleştirisini yapıyor.

İçerik:
Kitap dört öyküden oluşuyor:

a.İlk öykü,Dr. Henry Selwin: Bu öyküde kendisini bahçıvanlık işlerine adamış çocuk yaşında kendi ülkesini terk etmek zorunda kalıp, o günün getirdiği koşullara alışamayan bir yaşlı adamı konu alıyor.

b.İkinci öykü, Paul Bereyter: Öyküyü anlatan kişinin öğretmenin intiharı üzerine öğretmeni ile ilgili olan anıları araştırmaya adayan bir öykü. Açıkcası beni en fazla etkileyen öykülerden biriydi.

c.Üçüncü öykü, Ambros Adelwarth: II.Dünya Savaşı arifesinden önce Almanya’dan New Jersey’e göç eden yahudi bir aileyi konu alıyor.Öyküye adını veren Ambros Adelwarth’ın bu süreci sonrasında yaşadığı psikolojik buhranları anlatıyor.

d.Dördüncü öykü, Max Ferber: Hikaye anlatıcısının Manchester’dan İngiltere’ye yolculuğu esnasında tanıştığı ressam olan Max Ferber’in hikayesi. Nazi Almanyası, yalnızlık, pişmanlık temalarının en ağır işlendiği kitabın en yürek burkan öykülerinden biri.

Sonuç:

Göçmenler, Sebald’ın okuduğum ilk kitabı. Ve açıkcası bu kadar karamsar ve üzücü öyküleri, bu kadar duru ve abartmadan sanki gerçekten hikayeyi anlatan kişiden dinliyormuşçasına okuyucuya sunmasına , diline ve en önemlisi okurun görsel algısını da fotoğraflarla desteklemesine hayran oldum. Anılar ve göç etme temalarını müthiş şekilde harmanlamış edebi bir eser.

İyi okumalar dilerim.

10/9

Kader

Giriş
Tim Parks’la tanışmam, Thomas Bernhard’la karşılaştırılması ve yazıyla her şey anlatılabilir mi tartışmalarının olduğu vakit kendisini incelemeye başladım. Çevremde okuyan herkes, okurken bu tarz bir okuma keyfi nasıl olabilir tartışıp durmaları ve Tim Parks’ın sıklıkla kullandığı The Aesthetical Pesimissim kavramlarına kafa yormamla ortaya çıktı.Tim Parks’ın özellikle, “The Pleasures of Pessimism” adlı makalesinde bu konceptin nasıl oluştuğunu ve okur açısından neden keyifli bir okuma sunduğunu çok net bir şekilde tartışıyor. Özetle, İtalyan Şair, Giocumo Leopardi’nin ” il pessimismo cosmico” çevrilirse, kozmik kötülükte, artik nihai mutlululuğun bu evrende kalmadığını bu nedenle bireylerin en olmadık vazgeçişlerinde insanın mücadele veya isyan çabaları işe yarayamacağını, bu yüzden bu kişinin kendinden istifa etmesini ve düşünceli, ironik ve ayrı bir tutumu benimsemesi gerektiğini savunur. Makalesinde devam eden Tim Parks, bu algının modern edebiyatta anlaşılmazlığın farklı mizah algısının yarattığını belirtmektedir. Ve edebi deneyim olarakta Kader’in kendisini bu anlaşılmazlığın içinde mizahini okuyoruz.

Konu:
Kitabın konusu, gazetici Chris Burton’un işlerini halletmek için Londra’dan İtalya’ya dönüş sırasında oğlunun intiharını haber almasıyla başlıyor. Chris Burton’un beyninden başlıyoruz süreci okumaya. Tabii ki Tim Parks’ın yukarıdaki belirtiğim estetik karamsarlık konsepti içinde. Şu girişe bakalım:

İngiltereye döndükten üç ay sonra, kitap halinde bir raya getirildiğinde saygın bir meslek hayatını şahesere dönüştürecek olan-itiraza katiyyen yer bırakmayacak kadar kapsamlı ve nihai bir kitap yazmayı planlıyordum- malzemeyi toplamayı nihayet tamamlamışken- tek canı sıkıcı eksik, Andreoetti’yle yapılacak ropartajdı- tesadüf bu ya Knightsbright’de Rembrant Otelin’nin resepsiyonunda, bir bakıma hem bir alandaki başarılarımı hem de bir diğerinde başarsızlıklarımı simgeleyen bir yerde durduğum sırada oğlumun intihar haberini aldım….

Tim Parks’ın daha giriş kısmında bu olaya kadar yer alan önemsiz duyguların insan beynini nasıl meşgül ettiğini, günümüz yetişkin insan profilinde can sıkıntıları içinde kodladığımız, baskıladığımız her türlü ayrıntı katılarak, anlamlar ve anlamsızlıklar katmanında ilerliyoruz. Her kısımda alt katmanlanlar, tarihe, algı yönetimine, ulusalcılığa, değişen sistemlere,evliliğe, eşlerin gerçekten birbirilerini doğru mu seçtiklerine ve sınırsız soruna hem eleştirel hem de felsefik olarak kader sözcüğünün bize aksettirildiği farklı bilinçaltı okumalarıyla akışa dahil oluyoruz.

Tim Parks, bununla birlikte okura mekanların zikrinde rastgele bir matematik yapmadığını da ispatlıyor. Her yeni cümlede, sistematik olarak ( yan cümleler ve örgüler dahilinde), giriş kısmında adı geçen uyarıcılara( kanonlar) , [resepsiyona, mekana,resepsiyon görevlisine, havalimanına, karısının davranışlarına] flashbacklerle dönüşler yaparak devam ediyoruz kitabı okumaya.

Tragedi temasının fazlasıyla abartılması ve bu abartıdan müthis bir komedinin çıkmasına neden oluyor. (Hatta bazen sinir bozucu olabiliyor.)

Sonuç olarak, bu kitap benim edebiyat algımı darmadağın eden bir kitap oldu. Çevirinin, Roza Hakmen tarafından yapıldığını belirtmeliyim ki, biçim açısında bir aykırısılık içeren bu metini gerçeğine en yakın şekilde- müthiş belki daha iyisi şeklinde -çevirmiş.

Düşünce edebiyatını seviyorsanız, farklı bir kara mizah ve tür algılayışı içindeyseniz şiddetle öneririm. Kitabı bir günde bitirme gibi aptallık yaptığımı belirtmeliyim ki sakin sakin tadını çıkara çıkara yapılacak müthiş bir kitap.

Keyifli okumalar!

10/10

Dublinesk

Bazı kitaplar vardır ki okuma sürecine girdiğinizde farkında olmadan sizi içindeki tüm atmosfere hapseder ve kendi içindeki akışı günlük yaşamınızda da devam ettirdiğini hissedersiniz. Dublinesk benim adıma uzun zamandır İrlanda’ya gitme planları yaptığım bir planlama içindeyken karşıma çıktı ve ilginçtir ki kitabı okuduğum bu dönemde de aşırı kapkara bir hava, yağmurlu ve kasvetli bir süreçte benle birlikte seyahat etti ve sıklıkla Joyce ilgili seminer emailleri almam da çabası oldu.Bu nedenle, bu kitap hakkında yazacaklarım çok fazla kişisel olacağını şimdiden belirtmeliyim.

Giriş: Vila-Matas’ı Anlamak

Enrique Vila- Matas, okuru once afallatan ve oluşturmuş olduğu “melez edebi tarzı olan denemeci kurgu” anlatımı ile okuru bu nasıl bir kitap diye sarsan ve büyük olasılıkla da okurun okuduğu kitabı yarım bıraktıran ya da bitirip nefret duygusu yaratan bir yazar. Benim de ilk okuduğumda, Montano Hastalığı- Jaguar Yayınları, 2017 benzer şeyleri hissetmiştim. Şunu itiraf etmeliyim ki, bitirdiğimde Vila-Matas’ın sesi ve anlattığı şeyler beynimde sürekli dönüp dolaşıp en sonunda bu yazarı çok sevdiğimi kendime ilan etmemle sonuçlanmıştı. Keza, Bolaño’ya akıl hocalığı -yaptığını öğrendikten sonra hayranlığım daha da tavan – yapan bir yazardan bahsediyorum.

İçerik: Samuel Riba unutulamayacak bir karakter

Dublinesk, Vila-Matas açısından aynı zamanda yarı-biyografik etkiler içeren, Barcelonalı 60 yaşına yaklaşan birçok önemli eserin çevrilmesine ve yazarın kazandırılmasına ön ayak olmuş, editörlük yaptığı yayınevi satılıp emekli olmak zorunda kalmış, alkolik, umutsuz,evli olmasına rağmen yalnız, tüm çevreden kendini izole etmiş, unutulmuş, internet bağımlısı, edebiyata abartılmış fanatizm sürecinde benimsemiş ve hayatı da edebiyat gibi okuyan Samuel Riba’yı okuyoruz.

Riba’nın bir hastalık sonrasında Dublin ile görmüş olduğu bir rüyanın etkisiyle çevresinde kendisiyle iletişimi kopartmamış arkadaşlarıyla gezi düzenleme isteğiyle olaylar başlıyor.

Riba’nın fanatizm düzeyindeki Joyce sevgisi, nitelikli edebiyatın değerinin popüler edebiyat yüzünden yok olduğunu düşünen karakterimiz, Dublin gezisiyle “Gutenberg Galaksisi” adını verdiği, edebiyatın en yoğun yükseliş içinde olduğu döneme göndermeler yaparak kendi çaresizliğini yenme düşüncesindedir. Romana adını veren Philip Lark’ın “Dublinesque”şiiri ile Riba’nın terkedilmiş gerçek edebiyatı sanatsala dönüştürme isteği ve tabii ki Riba’nın “hayatı edebiyat olarak okuma takıntısı/eğilimi”, yaratıcısı Vila-Matas’ın eklemiş olduğu Joycevari ve Becketvari anlatım ve kurgusu içisinde eğlenceli olarak ilerlemesiyle başlıyor ve ilerliyor.

Kitapta bizlere, Samuel Beckett, Paul Auster, Julien Gracq, Claudio Magris, Georges Perec, Hugo Claus, Borges, Carlo Emilio Gadda, olup olmadığı muammalı olan Vilém Vok, müzisyen olarak Tim Waits, Bob Dylan ve Dropkick Murphy’s, yönetmen olarak David Cronenberg Spider Filmi ve ressam Hammershoi ve Hopper eşlik ediyor.

Sonuç

Kitabın okunurluk açısından sıkıntılı olduğunu düşündüğüm bir kaç durum var:

1.Öncelik İthaki Yayınevi: Yayınevi olarak kendilerini bir kez daha neden sevmediğimi bu kitapta hatırlatmış oldu. İthaki, son derece özensiz ve edisyon sürecinde hiç kontrol etmemiş gibi hareket edilmiş kitaplardan biri. Kitapta birçok anlatım bozukluğu, anlamı değiştirecek derece de yazım yanlışlıkları bulunan ve bu nedenle de kitabın ritminin bozulmasına neden olan hatalarla dolu. Gene de okunabilir, fakat bazı kısımları ister istemez ingilizcesinden kontrol etmek zorunda kaldım. Çevirmenin çok başarılı bir iş yapmış olsa da kitabı İthaki mahvetmiş. Keşke, Vila-Matas’ı İthaki haricinde başka ciddi bir yayınevi tarafından basılsaymış demeden edemiyorum!

2.James Joyce ve Ulysses : Dublinesk, yoğun şekilde Joyce’un anlatımına gönderim yapan bir kitap. Ki Vila-Matas, Dublin Gezisini Ulysses 6, Bölüm: Hades üzerinden yapıyor.

Çok açık vermeden, Vila-Matas Hades bölümüyle hem kendisine hem de Riba’nın sosyal bir grup içindeki izolasyonuna, Riba’nın çağın getirdiklerine karşı yabancılaşmasına ve kendi hayatıyla olan her türlü kısır döngüye karşı çaresizliğine gönderme yapmaktadır.

Ulysses’i okumayan ve Joyce’u ve anlatımını sevmeyen biri okur için yapılan gönderimler hava da kalabilir mi sorusunu ortaya çıkarıyor. Çünkü Riba’nın araştırdığı şeyler Dedalus ve Bloom arasındaki maneviyat ilişkisiyle çok doğrudan ilintili. Joyce’u hala sevip sevmediğini düşünen bir okur olaraksa beni Vila-Matas’ın edebiyat zekası ile Riba karakteri tam tersi kitabın içine daha da çekti.

Sonuç olarak, herkesin sevebileceği bir kitap değil fakat,benim sevdiğim bir kitap oldu Dublinesk. Dublinesk, Vila-Matas’ın ince mizah zekasını, birbirinin karşıtı olan Gutenberg-Google Çağı, Joyce-Beckett üstünde yansıtmalar yaparak başarılı bir ve doyumsuz bir okuma keyfi sunan bir kitap.

Okurken zevkten ve heyecandan çok hızlı gittiğimi görüp bekletme zorunluluğu hissettim. Son bölümde gözlerimin doldu. Riba’yı garip bir şekilde çok sevdim.

Açıkcası Riba karakterini okuduğum her kitapta bir hayalet gibi yanımda olacak ve bir yerlerde hep Green Fields of France çalacak gibi hissediyorum.

İyi Okumalar!

10/7,5